Atatürk’ün Pek Bilinmeyen Çok Dil Bilme Hasleti Versus Milliyetçi Söylem
top of page

Atatürk’ün Pek Bilinmeyen Çok Dil Bilme Hasleti Versus Milliyetçi Söylem



Rahmetli babam, Makedonya’da doğup büyüyen ve ümmi olan dedemin aşağı yukarı 7 dil bildiğini söylerdi; bu aslında 19. yüzyılda kozmopolit bir Balkan şehrinde doğan her Osmanlı vatandaşı için sahip olunması mümkün bir özellikti denilebilir. Hele ki çok dilli bir bölgede yetişen çocukların orada cari olan lisanları ana dilleri gibi akıcılıkla konuşabilmeleri her zaman bana çocukları eskiden uçabilen, fakat büyüme hastalığı yüzünden fizik kurallarına mağlup olan talihsiz Peter Pan’lar olarak hayal ettirmiştir. Osmanlı Devleti’nin en kozmopolit Balkan şehirlerinden birinde dünyaya gelen Mustafa Kemal’in de birden fazla dile aşina olmuş olması hiç şaşırtıcı olmasa gerek. Twitter hesabında alıntılanan ve Türkçe’ye çevrilen bir konuşmasında İlber Hoca, Atatürk’ün İleri derecedeki Fransızca ve yeter derecedeki Almancasından bahsettikten sonra, Yunanca ve Bulgarcaya da aşina olduğunu söylemektedir. Bu konu ile ilgili ne derecede ciddi çalışma olduğunu tam olarak söyleyememekle birlikte, eğer gözden kaçanlar var ise hayalimde hepsini alıntıladığımı sizlerin huzurunda değerli kamuoyuna ibraz ederim; zira buradaki amacımız akademik bir araştırma yapmak değildir. Bu yazının gayesi, iyi yetişmiş bir Osmanlı subayı olan, okumaya meraklı ve aslında bir entelektüel olarak kendini yetiştiren ve gerek çevresel faktörler gerekse kendi çabası sayesinde çok dil bilen Mustafa Kemal’e, Atatürk’ün Türkiye’sinde yapılan istemsiz bir sansürden bahsetmektir. Bu savın radikalliğinin ve mantık olarak çelişkilerinin farkındayım; bu aslında metaforik ve birazcık da sitemkarî söylenen bir cümledir ey kaari!

Açıklayayım: Cumhuriyetin ilanından çok daha mukaddem hatta Tanzimat’tan da öncesine dayanır bizim modern bir ülke sevdamız; Sultan 3. Selim ve yeğeni 2. Mahmud’un teşebbüs ettiği reformlar, gittikçe hızlanan bir sürecin ve yepyeni bir dönemin habercisidir adeta. Lakin yapılacak iş çoktur ve bunların başarıya ulaşması için emek, çaba, değişim ve kararlılık gerekmektedir ve takdir edersiniz ki 19. yüzyılın kurtlar sofrasında tüm gayret ve emekler bir anda savaşlara ve yıkımlara kurban gidebilirdi. İşte böyle bir zamanda ve bu denli sert bir yüzyılın sonunda dünyaya gelen ve askeri mekteplerde eğitimini alan bir askerden bahsediyoruz. Bir tarafta acı kaderine boyun eğen ve kendi kimliklerinden uzaklaşan sömürgeler, diğer yanda kurtlar sofrasında ayakta kalmaya çalışan zayıf bir “memleket”. Bir sonraki yüzyıl da daha yumuşak bir atmosfere gebe değildi ya… Kendileri en kanlı iki savaşın vuku bulduğu, sayısız yıkımların yaşandığı ilk elli yılın centennial hamisiydi sonuçta.

Özellikle son yıllarda Fatih Sultan Mehmet’ten bahsederken bazı yayın ve yapımlarda Sultan’ın entelektüel yapısı ve çok dilliliğine atıfların sıkça yapılmakta olduğunu görüyoruz. Hatta en yeni yapımlarda onun Rönesans özellikleri sergileyen, Yunan ve Roma mirasının kıymetinin farkında olan, çağının çok yönlü bir entelektüeli olduğu vurgusunun İslami karakterinin önüne geçmekte olduğunu görmekteyiz. Bu, lisede tarih dersini 80 veya 90’larda gören nesilleri bir kenara koyun henüz 2000’lerde karşımıza çıkan yapımlar için bile yeni sayılacak bir tutumu göstermektedir. Bunun önemli bir nedeni tarihin kendisinde saklı olsa gerek; tarih, bir bilim olduğu kadar ideolojik bir söylem alanının da sözcüsüdür çoğu zaman. Aynı tarihi kişiliklerin bazı özellikleri vurgulanırken bazı hususiyetlerinin ise itina ile görmezden gelinebiliyor oluşu çok az rastlanan bir durum olmasa gerek...

Gözlerini Selanik’te dünyaya açan Mustafa Kemal de bu çok kültürlü insanların kurduğu çok kültürlü (hafif bir kelime oyunu içerir) ve milletli yapının bir evladıydı sonuçta. Selanik sokaklarında yalnızca Türklerle muhatap olduğunu düşünmek, ziyadesiyle steril niyetli bir tavır olsa gerektir. Ama hâkim söylemlerin arka bahçesinde gelişen birçok bilim ve yazılı gelenek gibi tarih de bu konuda bizleri pek de bilgilendirmeye niyetli görünmemektedir. Aslında, yazı geleneğimizin önemli bir kısmını oluşturan hatıratlar satır aralarında birçok hakikati bizlere haykırmaktadır; tabii ki duyanlara veya duyma niyeti olanlara... Çankaya Kitabı’nın ilk sayfalarında Falih Rıfkı genç bir vatansever olan Mustafa’nın 1897 Türk-Yunan savaşında yaşça küçük ve askere elverişli olmayan bir talebe olduğu halde harbe katılmak için teşebbüste buluşunu anlatırken, orada karşılaştığı ve annesinin bir dostu olan Bulgar bir kadın ile olan konuşmasını aktarır:

Mustafa sen burada ne arıyorsun? dedi.

Bu Selanik’te uzun müddet kalmış, Zübeyde hanımı tanıyan bir Bulgar kadını idi. Mustafa’yı içeri alarak:

-Nereye gidiyorsun? dedi.

- Cepheye… Yunanlılarla çarpışmaya…

Kadıncağız güçlükle Mustafa Kemal’i kararından vaz geçirebildi (23).


Örneğin, hatırat kitabının bize aktardığı bu olaydaki konuşmanın hangi dilde cereyan ettiğini bilmiyoruz ve korkarım ki asla bilemeyeceğiz. Eğer Zübeyde Hanım’ın çevresinde, biricik oğlunu sonu belirsiz bir maceraya çıkmaktan alıkoyabilecek kadar seven ve düşünen bir Bulgar tanıdığı varsa bu tanıdığın çocukları, akrabaları ve dostları da vardı muhtemelen… Aynı sokaklarda oynayan çocuklar birbirlerini, büyüklerinin asla tahayyül edemeyeceği bir netlikte anlarlar.

Yine Atatürk’e dair okuduğum birçok hatıratın birinde askeri ataşelik yaptığı ve Türkiye’de uygulamak istediği modernleşme ve inkılap fikirlerinin ilk temellerinin atıldığı yer olan Sofya’da, kendisi ile ilgili Bulgarlarca düzenlenen istihbarat raporlarında Bulgarcayı anladığı yazmaktaydı. Bu dönemde, Mahmut Esat Bozkurt’un bizlere naklettiği bir olay vardır: Mustafa Kemal, Sofya’nın meşhur bir pastanesinde Bulgar bir köylünün garsonla tartışmasına bizzat şahit olur ve köylü adamın tavrından çok etkilenir. Hatta, köylünün milletin efendisi olduğunu bu olayı örnek göstererek kendisine anlatır. (https://mustafakemalim.com/ataturk-ve-bulgar-koylusu/).


Peki, bu konuşmayı genç ataşemiliter nasıl anlamıştı? Yanında bulunan arkadaşları mı çevirmişti? Yoksa bizzat çocukken öğrendiği Bulgarca bilgisiyle mi bunu başarmıştı? Sanırım bunu da asla bilemeyeceğiz… Çünkü bunları bize aktaranlar bu soruları sorma lüzumu görmemişlerdi… Belki de bunlar o dönem zaten cevaplarını bildikleri sorulardı. Ziyneti Barlas’ın Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi’nde ortaya koyduğu iddiasına göre Mustafa Kemal “Bulgarcayı da kulaktan kapma öğrenmiştir, zira bu dil vaktinde duyduğu, Makedonyalıların konuştuğu bir lehçeden ibarettir” (48). https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/12767

Hıfzı Topuz Remzi Kitabevinden çıkan Atatürk Sesleniyor: Gazi ile sohbetler ve anılar adlı kitabında bizlere dilci Cevat Emre ile Atatürk’ün bir anısından bahsetmektedir. Atatürk bir gün sofradayken aslen Giritli olan Ahmet Cevat Emre’den şarkı söylemesini istiyor. O, utanıp şarkı bilmediğini söyleyince de büyük ihtimalle onun Giritli olduğunu bildiğinden, “Ta koricya ta kaymene pu kimunde monaka’yı da bilmez değilsin ya!” dediğini aktarıyor (114). Belki benim henüz okumadığım başka kaynaklarda başka örnekler de mevcuttur. Daha önce belirttiğim gibi, bu bir akademik çalışma değil, olsa olsa bir hasbihaldir… Atatürk’ün Yunanca bilmesi ve dile aşinalığı elbette tek bir şarkı bilgisi ile izah edilemez; lakin biraz daha derinlemesine düşününce akla başka sorular da hücum ediyor tabii… Aşk hangi dilde aşktır mesela? Manastır’da talebeyken âşık olduğu ve kendisine daha sonraları Yunanca mektup yazan Rum kızı Eleni Karinte ile hangi dilde anlaşıyorlardı? Müşerref Avcı Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi’ndeki makalesinde Atatürk’ün Selanik’te Rumca bilen kişilerle temas etmiş olmasının kaçınılmaz olduğunu ama bu dillere olan vukufiyeti le ilgili somut bilgi bulunmadığını söylemektedir (521).


Bu konuda olumlu anlamda en kuvvetli İddia İpek Çalışlar’a ait görünmektedir (521). (https://dergipark.org.tr/tr/pub/kusbd/issue/56190/729433) Atatürk’ün yabancı dillere olan hakimiyeti konusunda günümüz medyasında en çok karşımıza çıkan şey Amerika Büyükelçisi ile yaptığı Fransızca sohbettir. Videoda akıcı Fransızca konuşan Atatürk’ün bu özelliği de sosyal medya sayesinde şahit olduğumuz bir bilgi aslında. Almanca bildiği zaten birçok kaynakta yer alıyor ama şahsen ben hiç konuştuğu bir videoya ya da Almanca cereyan eden bir muhaveresinin anlatıldığı esere denk gelmedim. Tabii özellikle belirtmek gerekirse, Almancasına göre Fransızca bilgisi çok daha ileri seviyede.

Bizim Cumhuriyet devrimleri ile daha da kemikleşen milliyetçilik anlayışımız Batı tarzı bir gelişim idealini de içerdiğinden bu ideale uygun olarak Atatürk’ün Batı Avrupa dillerine olan vukufiyeti zaman zaman ön plana çıkarılırken, onun yetiştiği kozmopolit Osmanlı Şehri Selanik’te maruz kalarak öğrendiği Doğu Avrupa dilleri görmezden gelinmektedir. Bu konuyu biraz abarttığım iddia edilebilinir ve bunda haklılık payı da mevcut olabilir; doğrusu buna pek itirazım yok. Ama okuduğum birçok eser, bu konuda yayınlar yapan sosyal medya hesapları ve izlediğim çeşitli videolar Atatürk’ün ait olduğu ve hasretle bağlı olduğu Rumeli kültürü ve coğrafyasını adeta yok saymakta ve hâkim milliyetçi söyleme uygun olarak bazen bilinçli ama belki de çoğu zaman kasıtsız biçimde yenilemektedir. Bu milliyetçi söylem öyle etkili bir söylemdir ki; içinde tek bir Osmanlı eseri olmayan şehirler Osmanlı torunu olmakla övülürken, adım başı Osmanlı eserleri ile müzeyyen Balkan şehirleri bu tarihi devamlılık çizgisinden tamamen koparılmakta ve adeta yok sayılmaktadır.


Sadede gelecek olursak, 20. Yüzyıla damgasını vuran ve Türkiye’de de hâkim söylem olan milliyetçi söylemin her diskur gibi belli gerçekleri ön plana çıkarırken bazı gerçekleri de hasıraltı ettiği doğrudur. Burada özellikle altını çizmemiz gereken bir husus bu yazıda kullanılan milliyetçi kelimesi günlük kullandığımız manasında değil ulus inşasının düşünsel arka planını oluşturan kurucu ideoloji anlamındadır. Milliyetçi söylem her şeyden önce varlığını bir millete borçludur ve bu milletin hangi özellikleri taşıdığı ve taşıması gerektiğini de doğrusu pek şansa bırakmaz. Bu söylemin en mümeyyiz vasfı milletlerin eskiden beri sahip olduğu ve onları başka milletlerden ayıran ve çoğu zaman üstün yapan bazı hususiyetlerin varlığına inanmasıdır. Bunun yanında bu söylemin olmazsa olmazı olarak, milletler çoğu zaman belli bir yer ile de ilişkilendirilir ve bu ilişki, milletlerin tarihi, değişmez özelliklerini de açıklamayı mümkün kılan başat bir etmen görevi görür. İşte tam da bu duruma bağlı olarak, bir zamanlar Osmanlı imparatorluğunun önemli bir parçası olan ve Türkler de dahil olmak üzere içinde birçok milletin yaşadığı Rumeli toprakları, günümüzde sınır dışında kalmış olması nedeniyle bu ilişkinin bir bileşeni olarak tahayyül edilmiyor. Benedict Anderson’un milletleri hayal edilen cemaat/topluluk olarak tanımlaması hep bana biraz abartı gibi gelirdi ya artık öyle değil… Bu vesile ile Sezar’ın hakkını Sezar’a vermiş olayım. Hatta lise zamanında okuduğum bir makalede ünlü bir edebiyatçımız, daha 50’li yıllarda liseli öğrencilerin, Rumeli’deki şehirlerin daha birkaç yıl evvel içinde Türklerin de yoğunlukta yaşadığı birer Türk toprağı olduğu gerçeğinden bihaber olduklarını üzülerek anlatmaktaydı. Her şeyden önce bir Batı Anadolu ve Balkan imparatorluğu olan Osmanlı, günümüzde bu öz kimliğinden itina ile sıyrılmış görünmektedir. İşte bu yabancılaşma ancak söylemin tahakküm edici gücü ile açıklanabilir. Discourse veya diskur da denilen söylemin o kadar güçlü ve dönüştürücü bir yapısı vardır ki, sınırları dışına ittiği gerçekler zamanla sis bulutu ardında yok olur ve Mehlika Sultana Aşık Yedi Genç gibi kayıplara karışır.



Atatürk’ün doğduğu ve büyüdüğü Makedonya bölgesinin günümüzde milli sınırlar içinde kalmaması milliyetçiliğin söylemsel etkilerinin bir uzantısı ve sonucu olarak bölgenin kültürel ve tarihi anlamda da bizden olmayan, öteki ve yabancı olarak tahayyül edilmesine neden olmaktadır. Yakın zamanda izlediğim bir sokak röportajında “Selanik nerededir?” sorusuna birçok genç, şehri doğrudan Atatürk’le özdeşleştirdiği için Ankara ve Çanakkale cevabını veriyor. Muhabir, Yunanistan dediğinde bir çocuk, “Atatürk ile Yunanistan ne alaka! Ankara’dır o!” diye muhabiri tersliyordu. İşte günlük yaşamdan bize yansıyan bu birkaç kısa diyalog bile milliyetçi söylemin tahayyül sınırlarımızı nasıl da günümüz milli sınırlar içine çektiğine güzel bir örnek olsa gerektir. Ayrıca birkaç istisna hariç, tarihi birçok yapımda tam anlamıyla bir Rumeli kadını olan Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın standart İstanbul Türkçesi ile konuşturulduğunu görmekteyiz. Eee ne demişler: söylem standartlaştırır.

Osmanlı’nın son döneminde Makedonya bölgesi günümüzdeki imajının aksine, genç nüfusun çoğunluğunun Avrupa’ya çalışmak için gittiği, sıradan, sakin bir Doğu Avrupa bölgesi görünümünden çok uzaktaydı. Benzetmek gerekirse, erken Bizans döneminde imparator ve komutanlar çıkaran Makedonya’dan bile daha aktif, karmaşık ve hareketliydi. Birçok tesirin kesişim noktası olarak bu bölge, farklı milletlerin, dillerin ve siyasi mücadelenin aynı anda var olduğu bir coğrafyaydı. Birçok kaynakta görebileceğimiz basit bir hakikat, burada milliyetçi cereyanların güç kazanmasının, Osmanlı Devleti’ne Türkçülük de dahil olmak üzere farklı milli akımların yayılmasına neden olduğudur. O dönem bu bölgede doğanlar, milli kimliklerinin çok daha farkında, yeni ve farklı fikirlerin de etki alanı içindedir; biraz dikkatli bakarsak, bunu günümüze kadar şekillenen politikalarda da görebilmemiz mümkün değil midir?


Mustafa Kemal’in evine marangoz olarak gönderilen bir Yunan esirin 1977’de Yunan kanalında aktardığı, Atatürk ile yaptığı konuşmasında, Atatürk’ün kendisine o dönemin Yunan milli hareketinin bir parçası olarak yaptıkları etkinliklere dair söylediği bazı cümleler, spikerin de hayrete düşmesine ve “bunları biliyor muydu?” diye sormasına neden oluyor. İşte bu örnek bile Atatürk’ün genç bir subay adayı olduğu dönemden başkumandan olduğu zamana değin içinde doğup büyüdüğü bölgeyi yakından nasıl takip ettiğine güzel bir örnektir. Ayrıca yabancı ünlü bir akademisyenin yıllar önce okuduğum bir makalesinde Türkiye’yi kuranların kahir ekseriyetinin Balkan göçmeni olduğunu rakamlarla ifade ettiğini anımsıyorum. Yani diyeceğim odur ki bu mevzu, Atatürk’ün doğum yeri sorusuna basitçe bir “Selanik!” cevabının çok ötesinde derin politik, kültürel tesirleri olan bir mevzudur.


Konuyu yavaş yavaş sonlandıracak olursak, ortaya konan bu istemsiz sansürün sadece kültürel, politik veya tarihi açıdan değil, aynı zamanda insani olarak da doğru olmadığı kanaatindeyim. İdeallerini ve realist kişiliğini kısa süreliğine bir kenara koyacak olursak, karşımızda ruhen, manen ve kalben doğup büyüdüğü Rumeli topraklarına gönülden bağlı bir insan görmekteyiz. Okuduğum bazı hatıratlarda -ki şimdi aktaracağım konu hakkında içlerinde en çok aklımda kalan dolaylı hatırat diyebileceğimiz “Teyzem Latife” kitabıdır, Atatürk’ün özellikle neşeliyken sık sık Rumeli ağzıyla konuştuğu ve oldukça komik hikayeler anlattığı nakledilir. Tabii onu izlediğimiz yapımlar şive-free’dir (ağız o ağız biliyorum şive olsa duramazdık) ve sanırım bunu belirtmeye hiç mi hiç gerek yok. Bunun yanı sıra, okuduğumuz ve dinlediğimiz birçok kaynak bizlere Atatürk’ün Rumeli türkülerini nasıl derin bir tutku ile söylediğinden ve onları ayrı bir sevdiğinden bahseder. Bununla ilgili aklıma sayısız örnek gelse de sizleri detaylara boğmamak adına burayı kısa geçeceğim. Yalnız Falih Rıfkı’nın şu sözleri yeterli gibi: “Bilhassa Rumeli Türküleri söylerken, derin ve onulmaz bir gurbet ve sıla acısı gözlerinde yaşarırdı. O vatanı unutmaz, kaybettiğimiz Rumeli ve Makedonya topraklarının kır kokularını alır gibi, su ve çıngırak seslerini duyar gibi, bakışları uzaklaşa uzaklaşa sislenir, bizim içinde olmadığımız hatıralar içine karışır giderdi” (411). Yine daha evvel okuduğum bir hatıratta, Şükrü Kaya ile konuşurken Rumeli Türküleri söyleyen bir işçiyi yanına çağırıp konuştuğunu, ona türküleri nerede öğrendiğini sorduktan sonra hasret ve üzüntü içinde “memleketi özledim” dediğini hatırlıyorum. Bu konuda belki de en canlı örnek, yakın tarih sayılan bir zamanda izlediğimiz belgesellerde yer alan 1936’da Beylerbeyi Sarayı’nda iştirak ettiği Balkan gecesinde yaşadığı derin sevinç ve coşkudur.


Evet, önde gelen tarihi bir kişi olmanın ve onun da ötesinde bir milletin sembolü olmanın bazı bedelleri olduğu doğrudur; hayattayken yapılan fedakarlıkları ayrı tutarak diyebiliriz ki bu bazen temsil ettiğiniz ve yaygınlaşmasına çabaladığınız değerlerin kimi zaman sizin aleyhinize işlemesine bile neden olabiliyor. Genel olarak birçok coğrafyada ve kültürde, zamana yön veren hâkim anlayış, tarihi şahsiyetleri olumsuzluklardan ve insani özelliklerden arındırılmış bir siluet şekline dönüştürmeyi başarmaktadır. Bu çoğu kez yalnızca tarihe karşı değil, vefa borçlu olunan bu şahsiyetlere karşı da yapılmış bir haksızlığa dönüşebiliyor. Çok dilli ve çok kültürlü olmanın belki de tarihte hiç olmadığı kadar itibarlı ve aranan bir haslet olduğu günümüzde Falih Rıfkı’nın deyimiyle “son Büyük Makedonyalının çoğumuzun hiç duymadığı bu özelliğini hatırlamak ve doğrusu dikkatimi çeken diğer birkaç husus hakkında da dertleşmek istedim.

bottom of page